“Tanrı nefesi gibi seramiğe hayat veriyoruz”

Çamlıbel’de, önünde portakal ağaçlarının bulunduğu rengarenk vitrinli bir atölyede yaratıyor seramik sanatını Betül Kurt. İçeri girdiğim anda masal kahramanı Alice’in bir tavşanın peşinden gidip içine düştüğü delikle fantastik bir evrene girmesi gibi ben de farklı bir dünyanın içerisindeymiş gibi hissediyorum. Bir yanda rengarenk seramiklerden yapılmış objeler, süs eşyaları, sanat eserleri bir yanda da bu saydıklarıma katılmayı bekleyen yapım aşamasında olan çamurdan yapılmış objeler… Ve tüm bunların yaratıcısı olan yaşam enerjisiyle dolup taşan bir kadın…

Fatma Sarıkaya- Çamlıbel doğumlu ve iki çocuk annesi Betül Kurt güzel sanatlara liseden sonra ilgi duyarak, Marmara’da seramik okuyor ve sınırlar ona dar gelmeye başlayınca Amerika’ya gidip sanatı alanında yüksek lisans yapıyor. Mezuniyet projesiyle Washington’da mimari seramik ödülü alan Betül Kurt, Amerika’da kalırım diye planlar yaparken hayat onun karşısına eşini çıkarıyor ve hayatı değişiyor…

 

Betül Bayık Kurt ile Amerika serüvenine, Mersin’e dönüş hikayesine, peşinden gittiği aşkına, seçimlerine, seramiğe ve sanata dair söyleşiden çok keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.

 

Seramikle nasıl tanıştınız?

 

Liseden sonra özel bir kursta iç mimarlık dersleri almaya başladım o arada Güzel Sanatlara ilgi duymaya başladım. Marmara Üniversitesi’nin sınavlarına girdim ve resmi ikincilikle, seramiği altıncılıkla kazandım ama bir şey beni seramiğe çekti. Böylelikle seramik bölümünde okumaya karar verdim. Ve üniversitede çok şanslıydım çünkü Jale Yılmabaşar, Güngör Güner, Erdinç Bakla gibi harika hocalardan ders aldım.

 

Sizi seramiğe çeken neydi?

 

Bütün sanat dalları ve sanatçılar özeldir. Ama seramik bambaşka bir olay, seramikçiler çok daha özel. Çünkü bizde Tanrı parçacığının, Tanrı nefesinin olduğunu düşünüyorum. Tanrı nasıl ki nefesiyle insanı var edip, şekillendirdiyse biz de aynı şekilde şekillendiriyoruz. Alıyoruz hamuru, şekillendiriyoruz ve ortaya bambaşka bir şey çıkıyor. Bu beni çok etkiliyor.

Güzel Sanatlara girdiğiniz zaman zaten hemen her şeyi öğreniyorsunuz. Ama toprak olayı beni çekti. Şekillenmesi, fırına girmesi, yanması, parlaması… Kısaca bu benim dedim.

 

Amerika serüveninizi biraz anlatabilir misiniz?

 

Üniversiteden sonra Amerika’ya gittim. Washington DC’de yüksek lisans yaptım. Bu arada George Washington Üniversitesi’nde seramik bölümünü kuran da Türker Özdoğan’dır. Marmara Üniversitesi harikaydı ama bu hoca üstüne cila çekti. Bildiğim her şeyi Türker Özdoğan’dan öğrendim. O süre zarfında Washington’da yaşadım ve mükemmel bir okuldu orası. Türkiye’deki okullardan farkı; örneğin demir oksit lazım ertesi gün masamda oluyor. Yaptığımız işte gerekli olan malzemenin bulunması ve kullanılması çok önemli bu nedenle her istediğimiz malzemeye kolaylıkla ulaşabiliyorduk. Ama maalesef Türkiye’de bu biraz zor oluyordu. Bize lazım olan malzemeyle değil, elimizde bulunanlarla seramik yapmaya çalışıyorduk. Tabi 90’lı yıllardan bahsediyorum. Şimdi bu durum ne boyutta bilemiyorum. Öte yandan orada seramiğe o kadar ilgi vardı ki o dev atölyelerde dersler dolu dolu geçiyordu. Küçük yaştan itibaren çocuklara sanat ve el becerisi alışkanlığı kazandırıyorlar ki bu da bireylerin kişisel gelişimi açısından çok önemli bir olay.

 

Sonra aşık oldunuz ve hayatınız değişti?

 Hakikaten hayatım değişti. Çünkü ben masterdan sonra da Amerika’da kalmak, sanatımı orada icra etmek istiyordum ve Amerika’da kalsaydım bambaşka bir hayatım olacaktı şimdi. Ama ben aşık oldum. Aşık oldum ve hayatım değişti… Eşimi gördüğüm ilk an o kadar büyülü bir andı ki tarifi imkansız. “İşte” dedim, “Bu O”. Eğer o olmasaydı Amerika’dan dönmezdim. Ve insanların yollarının kaderle kesiştiğine böyle inandım. İşim için üzülüyorum, evet. Orada daha geniş imkanlar dahilinde çok iyi yerlere gelebilirdim ama şuanda da kötü bir yerde değilim. Atölyem var, öğrencilerim var. Burada üretiyorum, sevdiğim şeyi işim diye yapıyorum ve özel hayatımda da inanılmaz mutluyum. Böyle bir kararı aldığıma hiç bir zaman pişman olmadım. Eşim de zaten beni işim konusunda çok destekliyor. Eğer o beni bu denli destekliyor olmasaydı bu kadar büyük dükkan açmazdım, yaptığım işte hep bir eksiklik hissederdim. Bir sanatçı için eş desteği çok önemli çünkü.

 

Türkiye’ye döndükten sonra neler yaptınız?

 

Türkiye’ye döndükten sonra evlendim ve çocuklarım oldu. Uzun bir aradan sonra 2005 yılında atölyemi kurdum. Bu süre zarfında kişisel sergiler, karma sergilerde bulundum. Eğitim sempozyumlarına katıldım ve 4 yıl önce de şuan ki yerime taşındım. Burada olmaktan çok mutluyum. Bir sanatçının vitrininin olması çok önemli çünkü her sanatçı yaptığı eserleri göstermek ister.

 

Mersin’de bu işi yapmak sizi sanatsal anlamda tatmin ediyor mu? Başka şehirlere açılmayı düşünüyor musunuz?

 

Ben bir deliliğin içinde olduğumu düşünüyorum. İstanbul’u saymıyorum çünkü orası tam bir dünya kenti ve bambaşka bir yer. Ama Mersin’de ben resmen Don Kişotluk yapıyorum. Mersin’de böyle bir atölye açtım, kapım açık, bekliyorum. Ve ilk açtığımda fazlasıyla “Bu ne? Nereden geliyor bunlar?” gibi sorularla karşılaştım ve benim yaptığımı duyunca şaşırıyordu insanlar. Her gelene anlata anlata artık bu konuda bir açılma oluyor yavaş da olsa. Aslında çocukluktan bu yana bu tarz sanat dallarına alıştırılsa insanlar bu kadar garipsemeyecekler. Bu nedenle çocuk öğrencilerimi çok önemsiyorum. Çünkü onlar el emeğinin, bir şeyler üretmenin ve sanatın ne demek olduğunu bilecekler, hissedecekler.

 

Bazen anlaşılmadığımı düşünsem de yine de Mersin’de olmaktan dolayı memnunum çünkü üretim yeri burası. Benim yerim İstanbul, Paris, Chicago olabilir ama üretim yerim burası olacak her zaman. Bir de artık seramik yapmak için illa ki Amerika’da olmak gerekmiyor. Çünkü artık teknolojinin ilerlemesiyle birlikte yaptığınız şeyi sergileyip, dünyanın bir ucundaki insana ulaştırabilme şansınız var.

 

Atölyenizde seramik kursu da veriyorsunuz sanırım?

 

Buraya geldiğimden bu yana kurslara da başladım. Hem yetişkin hem çocuklara kurslar veriyorum. Cumartesi günleri sabah çocuk kursumuz, öğleden sonra yetişkin kursumuz var. Öte taraftan torna kursu da veriyorum. O da inanılmaz bir sanat terapisi. Dönen çarka çamuru koyuyorsunuz ve o andan itibaren sadece siz ve çamur kalıyorsunuz dünyada. Aranızda hiçbir şey yok ve kafanızda ne varsa hepsi uçup gidiyor.

 

Peki Mersin’de seramiğe talep var mı?

 

Eskiye oranla daha iyi aslında. İnsanlar yavaş yavaş keşfedip, ilgi göstermeye başladı. Benim kursuma gelenlerden özellikle çocukları çok önemsiyorum. Seramik özellikle çocuklar için çok önemli çünkü elleriyle zekaları gelişiyor. Resimden bile daha önemli olduğunu düşünüyorum seramiğin. Sadece seramik de değil tüm sanat dallarının çocukların gelişiminde önemli bir etkisi var. Ama ne yazık ki toplum olarak sanata çok fazla yönelmiyoruz. Okullarda sanat ve spor derslerini  1 saate indirmişler. Oysa ki tam 3 saat olmalı. Diğer derslerin daha azaltılıp sanat derslerinin sayısının yükseltilmesi gerekiyor.

 

Sürekli üreten bir sanatçı olarak seramik sanatına karşı bakış açınızı merak ediyorum.

 

Sanat şahane ama ben biraz daha tasarıma yöneliyorum. Sanatın eve girmesini istiyorum. Müzelerde, sanat galerilerinde seyret, bak bu çok güzel değil. Seramiğin güzelliği alıp onu zevkle kullanmak. Bütün sanatlar eve girmeli. Eve girmeyen sanat olmaz. Seramik de işte tam bu noktada eve giren ve kullanılan bir sanat. Örneğin atölyemde bulunan seramiklerimin burada durması beni rahatsız ediyor. Başka başka hayatlara dahil olup her bakanın estetik bir zevk almasını istiyorum.

 

 Seri üretimin bu denli yaygınlaşması sizin işinizi nasıl etkiliyor?

 

Seri üretim aslında sanatçının işi değildir ama bir tasarımcı olarak üretilecek ürünün tasarımı kağıt üzerine veya dijital ortamda çizilir, teknik çizimle birlikte modeli şekillendirilir ve kalıbı alınır. Sonrasında seri dökümleri yapılarak fırınlanır. Seri üretim benim sanatımı olumsuz etkilemiyor, tam tersi para kazanmamı sağlıyor. Ama şüphesiz çok sıkıcı bir iş. Mesleğimin itibarını sarsan bir olaydır. Ürünün eşsiz olması verilen emeği değerli kılar. Ama atöyle giderlerinin karşılaması açısından elzem.

 

 

Türkiye toplumunun sanata bakış açısını nasıl yorumlarsınız?

 

Toplum olarak sanata yabancıyız, genelde insanların ilgisi dışında. Sanatı bilmiyor, sadece para kazanmaya çalışıyor çünkü bizim toplum esnaf toplumu. Para kazanayım, ayı denkleştireyim düşüncesindeler. Bu nedenle bizim yaptığımız işler lüks olarak adlandırılıyor. Aslında bir yerden sonra bu durum üzücü olabiliyor. Çünkü sanatçı eserlerinin ilgi görmesini, anlaşılmasını, değer görmesini ister. Ama neticede sanatı en önce kendim için yapıyorum. Yaptığım şeyi çok seviyorum ve işime dans ederek geliyorum.

 

 

Son olarak kadının sanattaki konumunu ne ölçüde yeterli buluyorsunuz?

 

Tarih boyunca ve hali hazırda kadın erkeğin gölgesinde bırakılmak isteniyor. Auguste Rodin Camille Claudel’siz ne kadar Rodin olabilirdi… Hala heykellerinin bir kısmının Camille tarafından yapıldığı tartışma söz konusu. Bir çok kadın sanatçınını, hatta yazarların takma erkek ismiyle var olabildiklerini biliyoruz. Tabi ki sosyal açıdan belki bu zaruri idi o zamanlar ama tarih boyunca ve şu 21. Yüzyıl içerisinde kadın hala her açıdan üretken, çalışkan, zeki ve tabi ki şahane bir varlık olamaya devam ediyor.

Sanat dünyasındaki kadının yeri çok sağlamdır. Erkek sanatçılar kadar çok çalışıyoruz, sadece toplumun bize dayattığı sorumluluklar (ev işleri) ve  doğal sorumluluklar (çocuk doğurmak, bakmak) tam performanslı çalışmamızı engelliyor. Belki yavaş ilerliyoruz ama zirvedeki yerimiz daimdir. 

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir